Tekil Mesaj gösterimi
Alt 30.03.09, 17:32   #1
Kullanıcı Profili
Tualim
YÖNETİCİ
 
Tualim - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Tualim.NetTualim
Kullanıcı Bilgileri
Üyelik tarihi: Feb 2009
Üye No: 2
Mesajlar: 1.665
Konular: 1221
Bulunduğu yer: İstanbul
Standart Yunan Sanatı

YUNAN SANATI

Yunanistan farklı bir coğrafyaya ve iklim koşullarına sahip bir ülkedir. Girintili çıkıntılı kıyı şeridindeki koylar bu ülkeyi yarı kara yarı deniz yapar. İklim serttir, kışın soğuk, yazın sıcak ve kurudur. Doğayla iç içe yaşayan bu toplum doğaya tapar ve bu bir kişileştirmeye dönüşür. Yunan tanrıları bütün büyüklüklerine ve güçlerine rağmen zaafları da olan insan biçimleri alırlar. Yunan pantheonu’nun on iki tanrı ve tanrıçası vardır, bunların en büyüğü gök tanrısı Zeus’dur. Yunanistan’a kuzeyden gelen Hind-Avrupa kökenli istilacılar beraberlerinde bir gök tanrısı kavramını da getirmişler ve böylece eski uygarlıkların Paleolitik dönemden beri ibadet ettikleri ana tanrıçanın yerini bir erkek tanrı almıştır. Zeus’un dışında diğer tanrı ve tanrıçalar Zeus’un eşi gök tanrıçası Hera, deniz tanrısı Poseidon, zeka tanrıçası ve şehirlerin koruyucusu Athena, ışık, şiir ve müzik tanrısı Apollon, avcı, ay tanrıçası Artemis, aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit, demirci tanrı Hephaistos, haberci tanrısı Hermes, savaş tanrısı Ares, toprak ve bereket tanrıçası Demeter ve ocak tanrıçası Hestia’dır. Şarap tanrısı Dionysos’da önemli bir tanrıdır. Bütün bunların dışında Yunan mitolojisinde ikinci derecede tanrılar, yarı tanrılar ya da Herakles gibi tanrılaştırılmış kahramanlar da önemli rol oynar. Yunan tanrılarının insanlardan en büyük farkı ölümsüz olmalarıdır, bu tanrıların yapabilecekleri şeyler sınırsızdır ama yine de hepsinin insanca zaafları da vardır. Nitekim Yunanlıların tanrılarını insan, insanlarını tanrı yaptıkları söylenir. İnsan herşeyin ölçüsüdür, en mükemmel bireyi yaratmak Yunan ideali olmuştur. Sanatta da insan herşeyin ölçüsüdür, Yunan mimarlığı da sanatı da insanı esas alır.
Yunanlılar ya da kendilerinin dediği gibi “Hellenler” Ege toplumlarıyla Hind-Avrupalı akıncıların karışımıdır. Bu işgalcilerin ilki bölgeye İ.Ö 2000 dolaylarında gelmeye başlamış ve İ.Ö.1600’den sonra Peleponez’deki Miken uygarlığını oluşturmuşlardır. Bunlar Homeros‘un sözünü ettiği Aka’lardır. İ.Ö 1100 dolaylarında Mikenler kuzeyden gelen yeni akıncılar tarafından bozguna uğratılırlar. Bunlar Dor’lar ve İonya’lılardır. Dorlar Peleponezi merkezleri yapar ve İonyalıları doğuya Ege yoluyla Anadolu kıyılarına iterler. Bu zoraki göç nedeniyle kabile düzenleri bozulan İonyalılar Dorlara oranla çok daha bireyseldir. Düzenli bir kabile yapısına sahip olan Dorların en karakteristik şehirleri geleneklerine bağlı, tutucu Sparta’dır. Anadolu’nun batı kıyısı olan İonya’da ilk kez İ.Ö 8.yüzyılda bireylerin kahramanlıklarının anlatıldığı Homeros’un İliada ve Odisseia destanları gerçekleştirilmiş ve İ.Ö 7. yüzyıldan itibaren yine burada Miletos şehrinde felsefe alanındaki ilk çalışmalar yapılmıştır. İyonya’da Thales’in başlattığı felsefe bilimini Pythagoras, Heraclitius, Sokrates, Platon ve Aristoteles sürdürmüş ve batı felsefesinin temellerini atmışlardır.

Siyasal gelişme devletten devlete değişmekle birlikte yönetimin ilk kralların, daha sonra soyluların ve daha sonra tiranların eline geçtiği bir model ortaya çıkar. Ve sonunda Atina’da demokrasi adı verilen düzen doğar. Atina birçok bakımdan Yunan kültürünün simgesi olur. Şehir devletleri arasında sürekli savaş vardı. Kendi aralarında çarpışan ve bir birlik kuramayan Yunanlılar en sonunda Makedonya Krallığı’nın ve Romalıların egemenliğine girmiştir.
Yunan siteleri İ.Ö 8. yüzyıl boyunca ticaret yaparak, Akdeniz, Marmara Denizi ve Karadeniz’de koloniler kurarak ülkelerinin yani Hellas’ın coğrafi ve kültürel sınırlarını genişletirler. Mısır, Babil, Asur ve Fenike gibi eski uygarlıklarla olan ilişkileri sonunda yeni fikirler, gelenekler ve ustalıklar edinirler. İ.Ö 8-7.yüzyıllarda her biri ayrı bir ünite olan bağımsız şehir devletleri yani “Polis”ler halinde bir düzene kavuşurlar. Eski Yunanlıların polis dedikleri site bugünkü anlamda bir şehir değildir çünkü çevrelerindeki kırsal kesimi de içerirler dolayısıyla bunlar küçük çaplı birer devlettir. Şehir devletlerinin bağımsızlık ruhu Yunanistan’da siyasal bir birlik kurulmasını engelleyen en büyük nedendir. Bu nedenle aralarında sürekli savaş olmuş, ve bir türlü birlik kuramayan Yunanlılar en sonunda Makedonya Krallığı’nın ve Romalıların egemenliğine girmişlerdir. Bu şehir devletleri İ.Ö 776’da ilk ortak etkinliklerini gerçekleştirmişlerdir. Bu her dört yılda bir tanrı Zeus’un onuruna düzenlenen Olimpiyat Oyunlarıdır. Bundan böyle bütün bu devletler aralarındaki rekabete rağmen kendilerini çevrelerindeki Yunanca konuşmayan barbarlardan farklı Hellenler olarak görmüşlerdir.


GEOMETRİK DEVİR VE ŞARKKARİ DEVİR (İ.Ö 900-700)

Yakın Doğu ve Mısır uygarlıklarından çok şey alan ve bunları kendisine göre uyarlayan Yunan sanatı deneye de büyük önem vermiştir. Buna bağlı olarak Yunan sanatında sürekli bir gelişme ve değişim dikkati çeker. Dolayısıyla Yunan sanatı Mısır ve Yakın Doğu sanatlarına oranla birbirinden çok daha kesin bir biçimde ayırd edilebilecek evrelerden oluşur. İ.Ö 1200’de Miken saraylarının yıkılmasıyla birlikte Bronz Çağının toplumsal düzeni de değişir. Güçlü kralların ve maiyetlerinin yok olmasıyla Yunan’ın Karanlık Çağları başlar, bu dönem nüfusta bir azalma, yoksulluk ve dış dünya ile hemen tüm bağların kopmasıyla karakterize edilir. Ancak İ.Ö 8.yüzyılda ekonomik koşullar düzelmeye başlar, klasik Yunan’ın polisleri biçimlenir, doğu ve batıdaki ülkelerle ticaret başlar, Homer’in epik şiirleri yazıya geçirilir, Olimpiyat Oyunları gerçekleştirilir.

İ.Ö 1100’den 480’e kadar Yunan sanatının gelişiminde iki önemli evre vardır. İ.Ö 1100’den 700’e kadar süren Proto-Geometrik Dönem (Geometrik dönemin başlangıcı) ile Geometrik Dönemin özellikleri keramik ve küçük tunç heykellerde görülür. Bunu Arkaik Dönem izler. Bu dönem İ.Ö 700’den 480 yılına kadar devam eder. Bu dönemde ticaret yolları gelişir, Yunanlılar Güney İtalya’da ve Anadolu’da koloniler kurmaya başlarlar. Yine bu dönemde Yunanlılar doğal büyüklükte figüratif heykel yapmaya ve mermer tapınaklar inşa etmeye başlamışlardır. İ.Ö 5. yüzyılda Klasik sanat başlar.

Vazo Resmi
Diğer tüm sanat dallarıyla karşılaştırıldığında keramik geç Miken dönemiyle Yunan sanatının arasındaki bağlantının kurulabileceği tek alandır. Bu kaplar Miken’in yıkılmasından sonra tüm Karanlık Çağlar boyunca üretilmiştir. Günümüze gelen bu örnekleri ve bunların üstündeki figüratif dekorasyonu inceleyerek sanatçının ne gibi düşünceler ürettiğini, karşılaştığı sorunları, bu sorunları nasıl yorumladığını ve çözümlediğini izlemek mümkündür.


Miken uygarlığının yıkılmasından sonra başlangıçta keramikte belirgin bir değişiklik göze çarpmaz. Zamanla yeni bir çağın kavramları diğer sanat dallarında olduğu gibi keramik sanatında da görülmeye başlanır. İ.Ö 10. ve 9. yüzyıllara yani Geometrik Döneme gelindiğinde Minos ve Miken sanatında çok sevilen kıvrımlı çizgilerin, bitki ve deniz yaşamından tasvirlerin yerini geometrik, soyut desenler alır. Zigzaglar, üçgenler, damalar, konsantrik daireler, dalgalı çizgiler, rozetler, swastikalar ve daha sonra meandrlar en yaygın motifler olmuştur. Giderek geometrik motifler bütün kabı kaplamış ve İ.Ö 8. yüzyıldan itibaren figürlü dekorasyon başlamıştır.

Örneğin Atina’daki Dipylon Mezarlığı’nda bulunan ve bu nedenle Dipylon Vazosu diye adlandırılan bir amforada vazo yukardan aşağıya soyut geometrik motifler özellikle de meandrlarla kaplıdır. Bunlar değişik genişliklerdeki yatay bandlar içinde yer alırlar. Vazonun en geniş bölümünde ufak bir alan insan figürlerine ayrılmıştır. Bu bir cenaze törenidir. Ölü bir tabut üzerine yatırılmıştır ama cinsiyeti belli değildir. İki yandaki hizmetkarlar kefen örtüsünü kaldırarak cesedi göstermektedirler, kefen soyut dama tahtası gibi bir desene sahiptir. Ölünün yatırıldığı cenaze yatağının ise sadece iki bacağı vardır. Çünkü sanatçının derinliği ya da mekanı verme gibi bir kaygısı yoktur. İnsan figürleri ve eşyalar amforanın diğer bölümlerindeki geometrik biçimler kadar iki boyutludur. Figürler cepheden verilmiş üçgen biçimli gövdelerden oluşan siluetlerdir. Bu gövdelere profilden verilen kollar, bacaklar ve kafalar eklenmiştir. Ölü yakınları saçlarını yolarak üzüntülerini gösterirler. Arada kalan bütün boş alanlar asteriksler ve M harfi biçimli süslerle kaplanmıştır, bu da figürlerin açık bir mekanda yer aldıklarına ilişkin her türlü izlenimi yok eder. Burada sanatçı için önemli olan aşağı yukarı dört yüz yıldır vazo dekorasyonunda görülmeyen bir konunun, insan figürünün yeniden keşfidir. Dahası figürün yanı sıra son derecede stilize ve geleneksel bir biçimde olsa da öykücülük de yeniden başlamıştır. Bu vazo aşağı yukarı insan boyunda olup Dipylon mezarlığında İ.Ö 750 dolaylarında gömülen birinin mezarının üstünde bulunmuştur. Bunlar mezar anıtları olarak ve ölüye saygı göstermek için kullanılırlar. Vazoların altı açıktır. Bu ya ziyaretçilerin ölüyü anmak için içine libasyon akıtması içindir, ya da yağmur sularının akması içindir.

Yine aynı mezarlıkta bulunan İ.Ö 740 yıllarına ait bir kraterde ise öyküye gösterilen ilgi daha da artmıştır. Geometrik süsleme ikinci derecededir ve iki yatay figürlü band yüzeye egemendir. Üstteki şeritte bir önceki vazoda gördüğümüz yas sahnesi kulplar arasındaki tüm alanı kaplayacak şekilde genişletilmiştir. Siluet halindeki figürler biraz daha ayrıntılıdır. Başlar profilden verilmiş, göz ise cepheden verilmiştir. En üst bölümde ceset, sergilenmek için açık bir tabutta yatırılmıştır, tabutun iki yanında bir tür yas tutma jesti yapan kollarını kaldırmış figürler vardır. Cinsiyetler ayırd edilebilir. Ölü bir erkektir, penisi sanki kalçasından çıkıyormuş gibi gösterilmiştir. Yas tutan kadınların koltuklarının altına göğüsleri eklenmiştir. Altta atlı arabaların ve kalkanlı savaşçıların katıldığı ölü onuruna yapılan bir tören temsil edilmiştir. Arabalara eşlik eden savaşçılar sanki yürüyen kalkanlar gibi tasvir edilmiştir. Sahne eski geleneksel,kavramsal tarzda tasvir edilmiştir yani arabaların her iki tekerleği de gösterilmiştir, atlar dikkatle belirtilmiştir, ayaklarının tümü gösterilmiştir, savaşçılar kalkanlarının arkasında dururlar, kalkanlar da cepheden verilmiştir. Atların doğru sayıda başı ve bacağı vardır ama sanki hepsinin vücudu tektir ve hiç bir derinlik yoktur. Geometrik süsleme boş alanları doldurmaya devam eder.

Geometrik Dönemi Arkaik Dönemin “Orientalizan” ya da “Şarkkari “ evresi izler. Gerek ticaret, gerek kolonileşme hareketleri Yunanlıları Yakın Doğu uygarlıklarıyla yakın ilişkiler içine sokmuştur. Bu yeni ilişkilerin sonucu olarak Yunan vazolarının üstünde Mezopotamya ve Mısır sanatından tanıdığımız doğu hayvanlar, canavarlar, aslanlar, sfenksler, grifonlar görülmeye başlanmıştır. Ticaret şehri Korint’in çömlekçileri ve ressamları Orientalizan vazoların tüm Akdeniz havzasında satmakta özellikle başarılıydılar. İ.Ö 7.yüzyıla ait bu Korint yapımı pyxis’in (tuvalet malzemesi kabı) üstünde de doğu etkili panterler, aslanlar ve sfenksler yer almaktadır.

Bu vazo Korintliler tarafından keşfedilen ve siyah figür tekniği adını verdiğimiz teknikle resimlenmiştir. Daha sonra Atinalı ressamlar da bu tekniği Korintlilerden kopya etmeye başlamışlardır. Burada kilin doğal kırmızı rengi üstüne figürler siyah boyayla resmedilmiştir. Ancak bu siyah renk boya değildir, bu aslında kabın kendi kiliyle aynı renkte olan ve engobe adı verilen çok iyi elenmiş bir tür sıvı kildir. Yunanlı çömlekçilerin kullandığı üç aşamalı fırınlama yönteminin sonunda kabın daha kaba malzemesi kırmızı kalırken, daha pürüzsüz ve silis yüklü kil siyaha dönüşür. Siyah siluet halindeki desenlerin üstündeki ayrıntılar ince uçlu bir aletle kazıyarak yapılır, ve alttaki kilin kırmızısı ortaya çıkar. Bazen başka renkler de eklenebilir.

Geometrik Dönemde Ege dünyasında değişik çömlekçilik merkezleri gelişmiştir. Kıta Yunanistanı’ndaki en önemli merkezler Attika’da Atina, Peleponez’de Korint’di. İ.Ö 550’den sonra Atina en önemli keramik merkezi ve Akdeniz havzasındaki en büyük vazo ihracatçısı olmuştur. Nitekim keramik terimi de Atina’da çanak çömlek yapımcılarının mahallesinin ismi olan kerameikos kelimesinden kaynaklanır (res.çömlekçi atölyesi). Attikalı çömlekçilerin kullandığı biçimler oldukça sınırlıdır, her tipin birkaç çeşitlemesi vardır. Kaplar kullanılmak için yapıldığından biçimleri işlevlerine uygundur, bunların başlıca türleri arasında Amfora (iki taraftan taşımak anlamına gelir; iki kulpludur, içine şarap, yağ ve bal koyulur, ağzı bir kepçe sığacak kadar geniştir), Krater (Grekçe karıştırmak kelimesinden kaynaklanır; şarapla suyun karıştırıldığı kap) Hydria (su kelimesinden kaynaklanır, üç kulplu su kabı, iki kulpu kaldırmak, üçüncüsü taşımak için kullanılır), Kylix (çevirmek anlamına gelir; içki kadehi) ve Kantharos (içki kabı) sıralanabilir.

İ.Ö 630’dan önce Mısır’da Naukratis Yunan ticaret kolonisinin kurulması Yunanlıların Mısırlıların anıtsal taş mimarisyle tanışmasını sağladı. Bundan kısa bir süre sonra da Miken Krallıklarının yıkılmasından bu yana ilk taş binalar inşa edilmeye başlandı.

Yunanistanda heykel sanatının gelişimindeki eğilimler de vazo resmindeki kadar belirgindir, ancak günümüze çok daha az sayıda heykel gelmiştir. En eski parçalar İ.Ö 9. yüzyıla aittir. Bunlar bakır, tunç, fildişi ve pişmiş toprak gibi değişik malzemelerden yapılmış küçük boyutlu hayvan ve insan heykelleridir. Bunların bazısı vazo, üç ayaklı tunç kaplar gibi daha büyük eşyalar üstündeki süslerdir, bazısı da eski tapınakların yakınında bulunmuştur ve adak heykelleridir.

Girit’te bulunan ve Auxerre Hanımı diye bilinen kireçtaşı heykel o dönemde yapılmış bronz heykelciklere göre oldukça büyüktür. İ.Ö 650-625 yıllarına aittir. Tanrıça mı insan mı olduğu bilinmez. Uzun bir etek ve pelerin giymiştir. Sağ elini sanki dua eder gibi göğsünün üstüne koymuştur. Başı ve saçları üçgen oluşturur. Saçları bukleler halinde omuzlarına dökülür. Yüzü yassıdır. İnce beli kemerlidir. Etekliği konsantrik karelerden oluşan desenlerle süslenmiştir.

ARKAİK DÖNEM (6.Yüzyıl)

Heykel
Anıtsal, serbest heykel (insan boyu ya da daha büyük) Yunanistan’da ilk kez İ.Ö 600 dolaylarında yani Arkaik Dönemin başlangıcında ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkışı vazo resmindeki Orientalizan dönemle aynı zamana rastlar, bu da, bu gelişmede yabancı kaynakların, özellikle o yıllarda bol sayıda anıtsal heykel üreten Mısır ve Mezopotamya’nın etkisini yansıtır. Bu tür heykellerin ilk örneklerinden biri Atika’da bulunmuş bir Kuros heykelidir. İlk “Kuros” yani genç erkek figürleri Mısır heykellerini anımsatır. Bunlar tapınaklarda adak figürleri olarak kullanılır ve tanrının huzuruna gelirken temsil edilmişlerdir. Aynı zamanda soyluların mezarlarının üstünde duran anı heykelleri olarak da kullanılırlar. Altıncı yüzyılda bu erkek figürleri Geometrik Dönemde mezar taşı olarak kullanılan krater ve amforaların yerini almıştır.
Dolayısıyla bunlar tanrı değil insandır. Bu kuros figürleri frontal ve simetrik görünümleri, bir ayaklarının önde duruşu ve geniş omuzlarıyla Mısır heykellerini anımsatırlar. Yunanlı heykeltraşlar Mısırlıların taş oyma tekniğini benimsemiş, onlar gibi bir taş bloğunun üstüne figürün önden, yandan ve arkadan görünümünü çizmiş, ondan sonra da taşı önden, arkadan ve yandan oyarak çizdikleri figüre ulaşmışlardır. Bu çizimler belirli bir oranlar sistemine göre yapılır. Yunanlılar hem Mısırlıların çalışma yöntemlerini hem de bir dereceye kadar onların oranlar sistemini benimsemiştir. Bu nedenle Yunan heykelleri başlangıçta Mısır heykellerine çok benzer. Ancak bunlar Doğu örneklerinden iki önemli hususta ayrılır. Kuros heykelleri arkasında destek olan Mısır heykellerinin aksine hiç bir desteğin kullanılmadığı serbest heykellerdir. Dolayısıyla çoğu dizlerden kırılmış olarak bulunmuştur. Mısır heykellerinden farklı olarak gerek iki bacağın arasında gerekse kollarla gövde arasında boşluk vardır. Figür gergin ve harekete hazır durumdadır, Mısır heykellerinde olduğu gibi sonsuza kadar donup kalmamıştır. Yunanlı heykeltraş Mısırlılar gibi kalıcılığı amaçlamadığından ilk işi figürü orijinal taş bloktan ayırmak olmuştur. Mısırlıların kalıcılığa verdikleri önem Yunanlıları ilgilendirmez. Onlar heykellerinde durağanlığı değil hareketi temsil edecek yollar ararlar. Vücudun yapısal bölümleriyle ilgilenir ve bu bölümlerin birbirlerine nasıl uyduğunu araştırırlar. İkinci fark ise Yunan heykelinin çıplak olmasıdır. Ayrıca bu heykellerde atribülerin kullanılmamasından dolayı tanrıyla insan ayırd edilemez.


Atika’da bulunan Kuros mermer olup, İ.Ö 600 yıllarına aittir. Heykel pek çok yönden Auxerre Hanımına yani Şarkkari dönem yapıtlarına benzer. Başı ve saçları üçgen biçimli, yüzü yassıdır. Gözleri, burnu ve ağzı yüzün üstünde yer alır, kulaklar yanlara konmuştur, saçlar başın arkasında düz bir perde gibi iner. Bütün bunlar heykeltraşın bu öğeleri mermer blokun dört ayrı yüzüne çizdiğini, yani binlerce yıl Mısır’da kullanılan aynı atölye yöntemini izlediğini gösterir. Kaburgalarının oluşturduğu sivri kemer kalçaların V biçimli çizgisini tekrarlar. Bunlar insan vücudunun kabartılı adalelerini ve cildini ima etmekle birlikte tam da yansıtmaz. Burada da görüleceği gibi genelde kuros tiplerinde omuzlar geniştir, kollar vücuda yapışık, eller ya yumruk gibi sıkılmış, ya da avuçlar açık durumda vücuda yapıştırılmıştır, bel ince, kalça dardır, gözler iri ve patlaktır, burun, ağız, kulaklar ve bir peruğu anımsatan saç tuvaleti stilize edilmiştir.

Bundan kırk yıl sonra İ.Ö 500 dolaylarında yapılmış olan mermer Buzağı Taşıyıcısı ya da Moschophoros adlı heykel Atina Akropolis’inde parçalar halinde bulunmuştur. Kaidesinde bunu Rhonbos adında bir adam tarafından adandığı yazılıdır. Bu büyük bir olasılıkla buzağı taşıyıcısının kendisidir ve adam zenginliğinden dolayı Athena’ya şükranlarını sunmak için bir adak armağanı yapmıştır. Kuroslar gibi sol ayağı öndedir ancak onlardan farklı olarak sakallıdır, bu da onun pek genç olmadığını gösterir. Bir diğer farkı da giyimli olmasıdır, ince bir pelerin giymiştir. Bu eskiden boyalı olduğu için vücuttan daha iyi ayırd edilebilirdi. Eski Atina’da kimse bu tarzda giyinmezdi, dolayısıyla heykeltraş sanatta erkek çıplaklığı geleneğine uymuş ama aynı zamanda bu olgun erkeğin böyle bir ortamdaki herhangi bir soylu kişi gibi giyimli olduğunu da ima etmiştir. Sanatçı bir insanla hayvanı bir arada temsil ederken buzağının bacaklarıyla adamın kolları arasında bir X formu oluşturmuş ve bununla iki vücudu hem fiziksel hem de biçimsel olarak birleştirmiştir. Buzağı Taşıyıcısının yüzü daha önceki Yunan heykellerinden ve aynı zamanda Yakın Doğu ve Mısır heykellerinden önemli bir biçimde ayrılır. Çünkü adam gülümsemektedir. Bundan böyle bütün Arkaik Yunan heykelleri en olmadık durumlarda örneğin can çekişirken bile gülümseyeceklerdir. Ancak Arkaik gülümseme bir mutluluk ifadesi değil ama sanatçının modelinin canlı olduğunu gösterme yoludur. Bu da onun amacının Mısırlı meslekdaşından ne kadar farklı olduğunu gösterir.

Anavysos’da Kroisos mezarında bulunan İ.Ö 530 yılına ait mermer heykelin kaidesinde “Savaşın ön saflarında vahşi Ares tarafından öldürülen ölü Kroisos’un mezarında dur ve yas tut” cümlesi yazılıdır. Mermer heykelin saçlarında, göz bebeklerinde ve saç bandında kırmızı boya izleri vardır. Atika’da bulunan kuros un üzerinden yetmiş yıl geçmiştir. Yunanlı heykeltraş bu tipi iyice geliştirmiş ve Mısır etkili duruşu terk etmemekle birlikte insan vücudunu çok daha natüralist bir tarzda vermiştir. Vücud daha geniştir. Baş artık vücuda göre daha büyük değildir, yüz daha yuvarlaktır, yanaklar belirgindir. Uzun saç başın arkasında perde gibi inmez ama doğal bir şekilde dökülür, yuvarlak kalçalar Atika’da bulunan Kuros’un V biçimli çizgilerinin yerini almıştır. Dudaklarda “Arkaik gülümseme” diye bilinen bir tebessüm vardır. Vücudun çıplaklığı Tanrıya yakınlığı yansıtır.

Kuros figürlerine bir bakıma eş figürler olarak düşünebileceğimiz bir gurup da giyimli “kore” yani genç kız figürleridir. Bunlar kuros figürleriyle ayni tarihlerde yapılmış olup, benzer özelliklere sahiptirler. Bunlardan biri Peplos Koresi adıyla tanınan İ.Ö 530 yılına ait bir heykeldir. Bu, Atina Akropolis’inin Persler tarafından İ.Ö 480’de yağma edilmesi sırasında zarar gören ve daha sonra Atinalıların hendeklere gömdüğü kore heykellerden biridir ve yüzyıllar sonra arkeologlar tarafından bulunmuştur. Bu heykellerin tanrıçaya ithaf edilen adak heykelleri olduğu sanılır. Tümü cepheden verilmiştir, sol ayakları öndedir, sol elleriyle mantolarını tutarlar, sağ kolları dirsekten bükülmüştür ve sanki bir adak sunuyormuş gibi öne uzatılmıştır. Daha önceki örneklerin aksine Peplos Kore’si daha çok kadına benzer, yüzü daha ifadelidir. Kırılmış olan sol kol öne doğru uzatılmıştır. Bu heykelin Auxerre Hanımı’ndan farkı şaşırtıcıdır. Her ne kadar iki heykelde de baş, kollar ve ayaklar hariç bütün vücudu giysi gizlese de vücudun hatları giysinin altından belli olur. Heykeltraş yumuşak kadın vücudunu çok daha doğal bir şekilde yansıtmış, onun kurosun sert, adaleli vücudundan farkını vurgulanmıştır. Kore uzun yünlü kumaştan yapılmış kemerli bir elbise yani peplos[1] giymiştir. Heykelin üstünde boya izleri vardır, ancak Yunanlılar tüm heykeli boyamaz, cildi mermerin doğal renginde bırakır sadece balmumuyla cilalar, gözleri, dudakları, saçları ve elbiseyi boyardı. Boya balmumuyla karıştırılıp, daha sıcakken uygulandığından çok dayanıklıdır. Encaustic adı verilen bu teknik hem ahşap pano resimlerinde hem de heykellerde kullanılır.
Altıncı yüzyılın sonlarında modaya uyan hanımlar artık İon tarzı ince bir keten hiton[2] ile kalın bir himatyon yani manto giymeye başlarlar. İ.Ö 510 yılına ait olan kore heykelinin süslü kıyafeti İonya etkilidir. Arkaik dönemde Atina’da İonya etkisi güçlüdür ve İonya modası zengin kıvrımlı şık hitonlarıyla yalnız kadınların
değil ama heykeltraşların da ilgisini çeker. Heykeltraşlar bu ince yumuşak kumaşın dökümünün oluşturduğu karmaşık desenleri yansıtmaktan çok hoşlanmış ve bunu dekoratif bir unsur olarak ele almışlardır. Burada da heykeltraş pelerinin ağır, kalın
kıvrımlarıyla, elbisenin yumuşak, buruşuk kıvrımları arasındaki doku karşıtlığım gayet iyi yansıtmıştır. Dolayısıyla kore figürlerinde heykeltraşları en çok ilgilendiren vücuttan bağımsız yüzey dokusuyla ilgili sorunlardır. Ancak yumuşak, ince kumaşın dökümlerinin yarattığı asimetri vücutlardaki katı frontaliteyi kırar
ve bunların çağdaşları kuroslara göre çok daha canlı görünmelerini sağlar. Çıplak kadın figürü Yunan sanatında İ.Ö 4.yüzyıla kadar pek görülmez ve sanatçılar heykel alanındaki en büyük aşamaları çıplak erkek figürü üstündeki çalışmalarla gerçekleştirirler.


Mimari ve Mimari Heykel

Yunanlılar daha 7.yüzyılda yani Şarkkari önemde Girit’de Prinias’da taş kabartmalarla bezenmiş taş bir tapınak inşa edilmişti. İ.Ö 625 yılında yapılmış olan bu tapınak Miken saraylarındaki megaron planındaydı. Sellada iki sütunun ortasında yer alan ocak ya da kurban çukuru bulunuyor, cephede de üç büyük ayak yer alıyordu. Çatısı muhtemelen düzdü. Tapınağın girişinin üzerindeki kireçtaşı lento taşında karşılıklı oturan iki başlıklı ve pelerinli kadın yer alıyordu, bunlar muhtemelen tanrıçaydı. Benzer giysili ama bu kez ayakta duran iki tanrıça da taş bloğun alt kısmına oyulmuştur. Lentonun cephesinde Orientalizan panterlerden oluşan bir friz vardır, panterlerin başı cepheden verilmiştir. Prinias’daki bu tapınak kabartma süslemeli en erken Yunan tapınağı örneğidir. 6.yüzyılda Yunanlı mimarlar Lüksor ya da Karnak’daki sütunlu salonlardan esinlenerek iki eğimli çatışı olan sütunlu taş tapınaklar inşa etmeye başladılar. Yunanlıların evleri basit yapılardı, Hellenistik döneme kadar sarayda oturacak kralları da yoktu, dini törenlerini ise açıkta yaparlardı. Onların tapınakları modern dinlerde olduğu gibi imanlıların bir tanrıya ibadet etmek için toplandıkları yerler değildi. Sunak tapınağın dışında yer alırdı ve doğuya, yani doğan güneşe yönelikti. Esas tapınak ise tanrı ya da tanrıçanın kült heykelinin muhafaza edildiği kutsal bir mekandı. Yani başından beri tapınak tanrı ya da tanrıçanın eviydi, ona inanların değil. Bu tapınakların önemi, onların yüksek bir yerde , genellikle kentin yukarısında bir tepe (Akropolis: Yukarı şehir) üstüne inşa edilmesiyle vurgulanırdı.


İlk Yunan tapınaklarının çoğu günümüze gelmemiştir çünkü bunlar ya ahşap ya da ker***ten inşa edilirdi. Arkaik dönemden başlayarak tapınaklar daha dayanıklı kireçtaşından ya da mermerden yapılmaya başlanmıştır. Mermer pahalıydı, ancak gerek Yunanistan’da gerekse adalarda çok zengin mermer kaynakları vardı. Yunan tapınaklarında harç kullanılmaz, taşlar birbirlerine iyice intibak edecek şekilde yontulur; yatay taş sıraları demir ya da tunç kenetlerle, üst üste konan taş sıraları ise diklemesine kavilalarla tutturulurdu. Plan açısından Yunan tapınağı Miken uygarlığındaki megaron’a benzer. Tapınakta bir oda vardır, buna naos ya da sella adı verilir, penceresi yoktur ve bir kapısı vardır (bazen naos’da iki oda bulunur). Naos’da tanrı heykeli muhafaza edilir. Sellanın önünde bir revak yani pronaos bulunur. Bu revak naosun öne doğru uzayan yan duvarlarıyla üstteki bir çatıdan oluşur, revağın önü açıktır. Revağın iki yanındaki öne doğru uzanan yan duvarlar yani ante’ler arasında genellikle iki sütun vardır, bunlar revağın çatışını destekler. Bazen naos’un arkasında da pronaosla aynı özelliklere sahip bir arka revak, opistodomos bulunur. Opistodomos’dan naos’a geçiş yoktur. Opistodomos’un bir işlevi yoktur, dekoratiftir ve Yunanlıların denge ve simetriye olan düşkünlüğünü tatmin eder. Bu bütünün önüne (prostyle) ya da hem önüne hem arkasına (amphiprostyle) ya da genellikle tüm naos ve revakların çevresine (peristil) sütun dizişi yerleştirilirdi. Bazı durumlarda binayı çevreleyen sütun çemberi çift de olabilirdi (dipteral) oluşturacak şekilde sütun dizileri eklenir. Yunan tapınağının planı ister yalın olsun ister karmaşık olsun, mimari ünitelerin niteliğinde ve guruplandırılışında temel bir değişiklik yoktur.

Dor ve İon Düzenleri Yunan yapısının dikey kesidi bir platform, sütun ve saçaklıktan oluşur. Bu üç bölümün bileşimine ve birbirleriyle olan ilişkisine düzen adı verilir. Bu düzenler ayrıntıları ve bölümlerinin birbirlerine olan oranı açısından birbirlerinden ayrılırlar. Düzenler isimlerini Yunanistan’da en çok kullanıldıkları bölgelerden alırlar. Dor düzeni kıta Yunanistanında ortaya çıkmış olup orada ve Yunanistanın batı kolonilerinde tercih edilen tarz olmuştur, İon düzeni Ege adalarında ve Anadolu’nun batı kıyılarında tercih edilir. Ancak bu mutlak bir kural değildir, nitekim İon düzeninin Atina’da sık sık kullanıldığı görülür. Korint düzeni çok daha sonra ortaya çıkmıştır.

Yunan tapınağı genellikle üç basamaklı alçak bir platform üstünde yer alır. Bunun en üst basamağı stylobate adım taşır. Sütunlar bunun üstünde yer alır. Giritin aksine yukardan aşağı doğru genişleyen sütunların düzenlerine göre iki ya da üç bölümü vardır: gövde, başlık ve İon ve Korint düzenlerinde sütun tabanı ya da kaidesi. Gövde ayrı kasnaklardan oluşur, bunlar yivlidir. Yivler hem kasnakların birleşme noktasını gizler, hem de gölge ışık karşıtlıkları yaratarak sütunun üç boyutluluğunu güçlendirir, kasnaklar birbirlerine madeni kavilalarla bağlıdır. Ancak monolit sütunların kullanıldığı örneklere de rastlanır. Dikey sütun gövdesinden yatay üst yapıya bir geçiş oluşturan başlık iki öğeden meydana gelmiştir. Alt bölüm echinus düzene göre değişir: Dor düzeninde bu bölüm dışbükey ve yastık gibidir; İon düzeninde küçüktür ve sarmal kıvrımlarla yani volütle son bulan yastık biçiminde bir parçayı destekler; Korint düzeninde ise ters dönmüş bir çan gibidir ve stilize akantus yapraklarıyla bezenmiştir. Zamanla düzeysel, frontal İon volütleri köşelerde sorun yaratmış ve bu akantus yapraklarıyla süslü silindrik bir başlığa sahip Korint düzeni ile çözümlenmiştir. Başlığın tüm düzenlerde var olan üst parçası yassı, kare bir bloktur: abacus. Bu bölüm saçaklığı destekler. Saçaklığın üç bölümü vardır: Arşitrav yani esas ağırlık taşıyıcı ve ağırlık dağıtıcı öğe; friz, ve profilli yatay bir çıkıntı, yani korniş. Arşitrav İon ve Korint düzenlerinde genellikle üç yatay banda ayrılmıştır. Friz ise Dor düzeninde triglif ve metoplara ayrılmıştır, İon düzeninde ise kabartmalar için sürekli bir alan sağlamak amacıyla friz bölümü boş bırakılmıştır. Dor düzeninin pek çok bölümü daha önceki ahşap mimarinin tasa uyarlanmış şeklidir. Örneğin frizin triglif ve metop halinde düzenlenmesi evvelce marangozluk alanına giren bir uygulamaydı. Triglifler esas yatay destek yani arşitravın üstünde yer alan enine kirişlerin uç kısımlarından kaynaklanmıştır. Metoplar ise orijinal ahşap yapıda kiriş uçları arasındaki boşluklara tekabül eder. Dor düzeni kütlesel görünümlüdür, bu ağır ve katı düzenle karşılaştırıldığında İon düzeni daha hafif ve çok daha dekoratiftir. Sütunları daha incedir ve profilli kaideler üstünde yükselir. Dor sütunundaki yivler keskin kenarlarla birleşirken, İon’da her yiv diğerinden dar ve yassı bir bandla ayrılır. Dor düzeninde sütunun yüksekliği ile çapının oranı 4:1’den 6:1’e değişirken, İon’da 7:1 ile 8:1 arasındadır, Korint ise 8:1 ile 9:1 arası olabilir. Ancak bu üç düzen arasındaki en belirgin fark kuşkusuz başlıklarda görülür, Dor başlığı sadedir, İon ve Korint başlıkları ise gayet süslüdür. Korint düzeni İ.Ö 5-yüzyıla dek görülmez, ilk önce yapı içlerinde kullanılır ve Roma dönemine kadar da yapı dışlarında pek fazla kullanılmaz. Tapınağın tasarımında önemli bir rol oynayan heykel ve kabartmalar yapının üst bölümlerde, friz ve alınlıklarda yoğunlaşmıştır. Bu süslemeler canlı renklerle boyanır, boyalı olmayan bölümler de balmumuyla parlatılırdı. Sanatçı renk kullanarak tapınağın bölümlerinin birbirleriyle olan ilişkisini daha çok açığa çıkarır, belirli noktalarda taşın parıltısını yumuşatır, ve figürleri belirginleştirecek bir arka plan oluşturur. Yunan tapınakları dışa yöneliktir. Ayinler tapınağın önündeki sunaklarda yapılır; yapının kendisi kült heykelini ve bazen de hazineyi muhafaza etmek için kullanılırdı ve buraya sadece rahip ve rahibeler girebilirdi. dolayısıyla mimarın esas önem verdiği anıtın dışı ve dış yüzeyleridir.

Tapınaklar ve Hazineler

Arkaik dönemin en iyi korunmuş tapınakları Yunan kolonileri olan Sicilya ve Güney İtalya’da görülür. Arkaik dönemde Güney İtalya’daki Paestum şehrinin yakınlarında bir Yunan kolonisi kurulmuştur. Burada İ.Ö 550 yılında inşa edilen ve “Basilika ya da Hera I adı verilen tapınak Arkaik Dor üslubunun tipik bir örneğidir. Tapınak önde ve arkada 9, yanlarda 18 sütunla çevrilidir. Peristilin ayakta olmasına rağmen saçaklığın büyük bir bölümü ve tüm çatı yok olmuştur. Sütunlar kalın ve sık aralıklıdır, belirgin bir enthasis’e (Dor sütun gövdesinin orta bölümündeki hafif şişkinlik) sahiptir. Sütun başlıkları geniş, hacimli ve yastık gibidir. Bu başlıklar yüksek ve masif bir saçaklığı destekler, bu da sütunları olduğundan daha basık gösterir. Tasarımdaki bu hantallığın ve ağırlığın, sütun aralarındaki mesafenin azlığının nedeni büyük bir olasılıkla strüktüreldir. Malzemelerinin sağlamlığına güvenmiyen Arkaik Dönem mimarları emniyet açısından böyle bir düzenlemeye başvurmuş olabilirler. Daha sonraki Dor yapılarında sütunlar daha aralıklı olarak yerleştirilmiş, biçimleri incelmiş, enthasis azalmış, başlıklar küçülmüş, saçaklık hafiflemiştir. Yunanlı mimarlar tapınaklarının bölümleri arasındaki ideal oranları aramaktaydılar. Aynı sırada Arkaik kuros ve koreleri yapan heykeltraşlar da benzer sorunlarla uğraşıyorlardı. Mimari ve heykel altıncı yüzyılda birbirine paralel olarak gelişmiştir. Mimarlar ve heykeltraşlar çoğu kez de birlikte çalışmıştır. Örneğin Korfu’da İ.Ö 6. yüzyıl başlarında inşa edilen ve Artemis’e ithaf edilen büyük bir Dor tapınağı vardı. Korfu adası Kıta Yunanistanı’yla İtalya’daki Yunan yerleşmeleri arasındaki ticaret yolunda önemli bir durak noktasıydı. Ada bu yüzden zengindi ve bu zenginlik sayesinde Yunanistandaki en eski taş peripteral tapınaklardan biri olan Artemis Tapınağım inşa ettirmişti. Yapı aynı zamanda zengin heykellerle süslenmişti. Frizin metop bölümlerinde kabartmalar vardı ve her iki alınlıkta da muazzam heykeller bulunuyordu. Her iki alınlık da aynı tarzda dekore edilmişti. Bir alınlık için figürlü dekorasyon tasarlamak kolay değildir. Çünkü doldurulması gereken oldukça zor bir üçgen alandır. Ortada yer alan figürlerin büyük olması gerekir, buna karşılık alınlık köşelere doğru incelir ve yüzey daralır. Korfu’da Artemis Tapınağının alınlığındaki merkezi figür Gorgon Medusa’dır. Kadın gövdeli, kuş kanatlı bu yaratığın son derecede çirkin bir yüzü ve yılanlardan oluşan saçları vardır. Ona bakan taş kesilir. Medusa geleneksel Arkaik pozda verilmiştir. Arkaik sanatta bir figürün koştuğu ya da uçtuğu izlenimi verilmek istendiğinde, bacağı ve kolu bükülmüş olarak verilirdi. Medusa’nın iki yanında iki adet panter/aslan vardır. Bunlar tapınağı korurlar ve tüm düşmanları uzaklaştırırlar. Benzer panterlere Prinias’daki lento taşında da rastlıyoruz. Bunlar Mikenai surlarındaki aslanları, Mısır ve Mezopotamya’daki Sfenks ve Lamassuları hatırlatırlar. Medusa ve panterlerden oluşan bu üçlü aynı zamanda Mezopotamya’daki armamsı insan hayvan kompozisyonlarınıda hatırlatır. Kısacası bunlar hala Erken Yunan heykelindeki Orientalizan tarzın örnekleridir. Medusayla panterler arasında iki küçük figür vardır, bunlar Medusa’nın çocuklarıdır: insan Chrysaor ve at Pegasus. Sanatçının burada amacı bir hikaye anlatmak değil ama Medusa’yı çocukları yoluyla tanıtmaktır. Çünkü bu çocuklar Perseus Medusa’nın başını kesince başından fırlamışlardır. Dolayısıyla bu çocukların burada olması kronolojik açıdan imkansızdır. Alınlıkların köşelerinde yer alan küçük guruplarda ise mitolojik öyküler anlatılmıştır. Korfu alınlıklarını yapan sanatçı bu alanda öncüdür ve kompozisyonda da bunun bir deney aşaması olduğu görülür. Korfu’da öykünün olmayışı ve figürler arasındaki boyut çeşitliliği zamanla yerini tüm figürlerin bir tek olay içinde yer aldığı ve aynı boyda olduğu alınlık tasarımlarına bırakacaktır.


Altıncı yüzyılda Ege adalarında ve Anadolu’nun batı kıyılarında da anıtsal İon tapınakları inşa edilmiştir. Ancak Arkaik İon mimarisinin en güzel örneği bir tapınak değil ama bir hazine binasıdır. Bu yapı Siphnos vatandaşları tarafından Delfi’deki Apollon kutsal alanında inşa ettikleri bir hazine binasıdır. Hazine binaları adak armağanlarının muhafaza edilmesi için inşa edilen yapılardır ve Delfi’de de pek çok polis kentlerinden duydukları gururu böyle tapınağa benzer ama çevresi sütun çemberiyle çevrili olmayan binalar inşa ederek gösterirlerdi. Nitekim burada Atinalıların da Dor düzeninde yaptıkları bir hazine binası vardı. Siphnoslular ise binalarında İon düzenini kullanmış ve revak kısmında yivli İon sütunları yerine Caryatid figürleri kullanmıştır. Bu heykel sütunlar İon hiton ve himatyonu giymiş Koreleri andırır. Sifnos Hazinesinin bir diğer İon özelliği de yapının dört bir yanında sürekli bir frizin dolaşmasıdır. Kuzey frizinde tanrılarla devler arasındaki savaş anlatılır. Bu kalabalık kompozisyonda fon mavidir, kabartmaların üstünde boya izleri vardır, bazı figürlerin madeni silahları vardır. Kalkanların birinin üstünde sanatçı kendi ismini yazmıştır, ama bu günümüze gelmemiştir.

Vazo Resmi

Arkaik Dönem'de daha önceki Geometrik Dönem vazolarına egemen olan dekoratif bantlar vazonun sadece ayak ve boyun bölümüne indirgenmiş, figüratif tasvire ayrılan alan çoğalmıştır. İmzalı vazolar ilk kez 7, yüzyıl başlarında görülür. Bu da bunların yapımcılarının mesleklerinden gurur duyduklarını ve sanatlarının da bir heykeltraş ya da bir duvar ressamı kadar prestijli olduğunu gösterir. Bu dönemin en güzel örneklerinden biri İ.Ö 570 yılına ait François Vazosu'dur. Vazonun ismi onu bulan arkeologun ismidir. Vazo italya'da Chiusi'de bulunmuştur. Buraya Yunanistan'dan ithal dilmiş ve bir Etrüsk mezarına konmuştur. Bu da Atinalı çömlekçilere ve ressamlara ne kadar çok değer verildiğinin göstergesidir. Siyah figürlü tekniği Korintlilerden öğrenip Atinalılar bir süre sonra ihraç pazarını ele geçirmiştir. François Vazosu volüt biçimli kulpları olan bir kraterdir. Vazoyu hem çömlekçi hem ressamı ikişer kez imzalamışlardır: "Ergonimos beni yaptı; Kleitias beni resimledi" Vazo altı frize ayrılmış olup iki yüzden fazla figürle bezenmiştir. Hayvanlar, insanlar hatta bazen cansız nesneler bile isimlendirilmiştir. Sadece bir tek şerit hayvan ve sfenkslerden oluşan Şarkkari temaya ayrılmıştır. Geri bölümlerde Yunan mitolojisinden sahneler yardır: Peleus ve oğlu Akhilleus'un ve efsanevi Atina kralı Theseus'un kahramanlıkları.


Ayrıntıda bir Yunan kavimi olan Lapithilerle Kentaurları savaşır görüyoruz. Lapithlerin düğünlerine davet ettikleri yarı insan yarı hayvan Kentaurlar sarhoş olmuş ve Lapith genç kızlarıyla genç oğlanları kaçırmayı kalkmışlardır. Davetli listesinde olan Theseus da Kentaurlara karşıdır. Kleitias artık figürler arasındaki alanları dekoratif bezemeyle doldurmaz. Ancak figürler yine geleneksel bileşik görünüm ilkesine göre verilmiştir: baş profilden, gözler önden, gövde cepheden, kollar ve bacaklar profilden. Kentaurlaın üst kısmı insandır ve önden ve cepheden görünüm bir arada verilmiştir. Alt kısmı ise hayvan olup tam profilden verilmiştir. Ancak en sağdaki yere düşmüş Kentaur profilden verilmiştir.

Siyah figürlü tekniğin çok gelişmiş bir örneği ressam Exekias tarafından resimlenmiş bir amforadır. Ykş.İ.Ö 530 yılma ait vazonun üstünde "Exekias beni resimledi ve yaptı" cümlesi hem çömlekçilikte hem de resimde usta bir sanatçıya işaret eder; bu ilginçtir çünkü vazo yapımında genellikle bir iş bölümü uygulanmaktadır. Burada artık bantlar halindeki bölünme yok olmuştur, yüzey siyaha boyalıdır, bir tek ayak kısmındaki bir bant, kulplar ve ortadaki büyük figürlü pano renklidir. Yunanlı kahramanlar Ajax ile Akhilleus Troya Savaşı sırasında boş bir aman bulmuş tavla oynuyorlar. Her ikisi de taburelerde oturmuş, masanın üstüne dikkatli bir şekilde eğilmişler. Ajax sağdaki yazıda belirtildiği gibi "üç", Akhilleus ise "dört" diyor. Dolayısıyla tavla maçı oldukça kritik bir anında. Duruşlar, figürlerin oranları eskisine oranla çok daha natüralist, çizim daha serbest, daha özgür. Saçlar ve kıyafetler çok ustaca işlenmiş. Genelde güçlü bir düzen anlayışı, simetri var, figürler arasındaki boşluklar figürlerin kendileri kadar önem taşıyor. Bezemeyle vazonun biçimi arasındaki uyuma dikkat edilmiş, örneğin her iki figürün de öne eğik sırtları amforanın kıvrımını tekrarlıyor (İ.Ö 580 Nebukadnezar Babil’in Asma Bahçelerini yapmaya başlıyor).

İÖ 530 dolaylarında yeni bir resim tekniği geliştirilir. Kırmızı figürlü teknik adı verilen bu teknikte figürler vazonun kilinin kendi renginde bırakılır, sınır çizgileri, ayrıntılar çizilir ve en sonunda fon siyaha boyanır. Bu üslup bir önceki siyah figürlü üsluba oranla daha başarılı sonuçlar vermişti çünkü bu teknikte sanatçı kazımayla değil de fırçayla çalıştığından büyük bir hareket özgürlüğüne sahiptir, daha esnek çizgiler elde eder, ayrıca vazonun kendi kilinin renginde bırakılan figürler renk açısından doğaya daha yakındır. Ykş. İ.Ö 490-48 yılları arasında yapılmış bu kırmızı figürlü kylix’in ressamı “Dökümhane Ressamı” adıyla tanınır. Burada
bir dökümhanenin içini tasvir eder. Solda ocağın yanında bir işçi ateşi körüklüyor, biri sıcak madeni dövmek için elinde çekiçle bekliyor, sağ tarafta bir zanaatçı bir heykel yapıyor, heykelin başı yerde duruyor. Duvarda aletler ve hazır heykel parçaları asılı. Ressam burada fırçayla çalışmış olduğundan ayrıntılar daha rahat bir şekilde çizilmiştir. Sanatçı eskiden olduğu gibi profilden ya da cepheden görünümle sınırlı değildir,
değişik pozları denemiş, figürleri farklı görüş açılarından göstermiş ve kısaltıma başvurmuştur. Figürler resim düzleminin yassı, iki boyutlu yüzeyinden daha derin olan bir mekan içinde rahatça hareket eden üç boyutlu hacimler olarak ele alınmıştır.

Aegina ve Klasik Döneme Geçiş

İ.Ö 500 yılı mimarlık ve mimari heykelde çok önemli değişkiliklerin yapıldığı bir donemdi. Bu değişiklikleri Aegina adasındaki Aphaia Tapınağında görmek mümkündür. İki tarafından denize hakim yüksek bir tepenin üstüne inşa edilen tapınak ön ve arkada 6 yanlarda 12 Dor sütundan oluşan bir peristil ile çevrilidir. Bu Paestum’da gördüğümüz Basilika’dan çok daha derli toplu bir görünüme sahiptir.
Aradan geçen yarım yüzyıl zarfında Dor mimarlar çok şey öğrenmiştir, sütunlar daha geniş aralıklı ve daha incedir. Başlıklar dikey sütun gövdesinden yatay arşitrava akıcı bir geçiş sağlar. Arkaik dönemin yassıltılmış ekinusları ve Paestum’un şişkin gövdeleri artık yoktur. Tapınağın planı da daha gelişmiştir. Naosun ortasındaki bir sıra sütunun yerini çift sütun sırası almıştır. Her sıra iki kattır. Bu düzenleme naosun orta kısmında kült heykeline bir yer oluşturmaktadır ve tapınağın önünde toplananların tapınağın içini pronaosdaki çift sütunun arasından kesintisiz bir şekilde görmelerini sağlamak içindir. Tapınağın iki alınlığı da insan boyu heykellerle bezenmiş olup, önde de arkada da aynı konular ve benzer kompozisyonlar kullanılmıştır. Konu Truvalılarla Yunanlıların savaşıdır ve bu kanlı savaşın merkezi Athena’dır. Athena insan üstü olduğu için diğer bütün figürlerden daha büyük verilmiştir. Truvalılar ve Yunanlılar ise alınlıktaki yerleri ne olursa olsun aynı boyuttadır. Korfu’daki alınlık kabartmalarının aksine Aegina alınlıklarında bir konu birliği ve boyutlarda bir tutarlılık vardır Bu yapıtta ayakta durmak, eğilmek, düşmek, diz çökmek ya da yatmak gibi hemen her çeşit pozdan yararlanılmıştır. Alınlıkların ikisinin de ortasında Athena figürü iki yanda da simetrik bir biçimde savaşan Yunanlılar ve Truvalılar vardır. Aegina alınlıklarındaki heykeller tapınak İ.Ö 490’da tamamlandığında yerlerine konmuştur ancak doğu tarafındaki alınlık heykelleri tahrib olmuş ve on ya da yirmi yıl sonra yerlerine yenileri konmuştur. Batı alınlıktaki ölen savaşçı hala Arkaik üsluptadır. Gövdesi tamamen cepheden olup, doğruca izleyiciye bakmaktadır. Hatta göğsünü delen oka rağmen bize gülümsemektedir. Tıpkı kolları ve ayakları başkası tarafından sergilenmek üzere düzenlenmiş bir vitrin mankeni gibidir. Düşünen ve hisseden bir insan etkisi yapmaz. Buna karşılık daha geç tarihteki doğu alınlığında yer alan benzeri bir figür tümüyle farklıdır. Sadece pozu daha doğal ve daha karmaşık değil (gövdesi izleyiciye dik açıdadır), aynı zamanda aldığı yaraya da insani bir tepki göstermektedir. Ölümün kaçınılmaz olduğunun farkındadır ama yine de doğrulmaya çalışır. Ve izleyiciye de bakmaz. Bizimle değil acısıyla meşguldür. Bu iki heykeli sadece on yıl ayırır ancak ikisi ayrı dönemlere aittirler. İkinci savaşçı heykeliyle artık anatomik ayrıntıların ve gülümsemenin adeta figüre yapıştırıldığı Arkaik dünyayı terk ederek, heykellerin insan gibi hareket ettiği Klasik döneme geçeriz.


ERKEN VE YÜKSEK KLASİK DÖNEM (İ.Ö BEŞİNCİ YÜZYIL)

İ.Ö 5. yüzyıl Klasik Dönemin başlangıcıdır. Bu yüzyılın ilk yılları Atinalıların ve diğer tüm Yunan devletlerinin Pers akınlarına karşı birleştiği yıllardır. Atina’nın İ.Ö 480’de Persler tarafından işgal edilip yağmalanmasından sonra Yunanlılar Salamis’de Perslere karşı büyük bir zafer kazanırlar. Perslerin yenilmesinde çok önemli bir rol oynayan Atina Yunan dünyasındaki egemen siyasal güç olur. Bu kent diğer şehir devletlerinin rekabetine rağmen usta devlet adamı Perikles döneminde Yunanistanın en büyük kültür merkezi olur.
Pers istilasının bertaraf edilmesinden sonraki yıllar Yunan uygarlığının en parlak dönemidir. Bu dramatist Sofokles ile Euripides’in, tarihçi Herodot’un, devlet adamı Perikles’in, felsefeci Sokrat’ın ve en ünlü Yunan heykeltraşlarının ve ressamlarının dönemidir.
Tualim isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla