Bir Makyavelli Hayranı
Tek Perdeli Komedi
Eser Sahibi:
Dr. Mehmet Murat ildan
BİR MAKYAVELLİ HAYRANI
Tek Perdelik Komedi
KİŞİLER
CEMAL BEY
(Bağımsız milletvekili adayı)
CAHİT BEY
(Cemal beyin sekreteri)
MUHTAR
(Mezarcılar köyünün muhtarı)
ÇOBAN
(Mezarcılar köyünün çobanı)
DELİ RÜSTEM
(Avcı)
HATİCE HANIM
(Mezarcılar köyünün öğretmeni)
OSMAN
(Kahvehaneci)
Köylüler
2004
SAHNE I.
Küçük bir çeşmenin önü. Güneş yakıcıdır. Arka plânda
yüksek dağlar ve bir nehir görünmektedir. Cemal bey,
çeşmeden su içen sekreterinin sırtına parmağıyla dürter.
Cahit Bey: (Ağzındaki suyu dışarı püskürür; öksürür.) Korkuttunuz beni, Cemal bey! (Kendi kendine) Bu adam bir “Yılan terbiyesi” dahi görmemiş!... (Cemal Beye) Bir şey mi istemiştiniz?
Cemal Bey: Etrafa şöyle bir baktım da kimsecikler yok burada; anladınız değil mi ne demek istediğimi?
Cahit Bey: Anladım, Cemal bey; geveze böceklerden ve dilsiz köstebeklerden başka hiç kimse yok ortalıkta!...
Cemal Bey: (Kendi kendine) Beyefendi güya ne dediğimi anlamış!... Bununki hafıza değil “Unutma makinesi” mübarek! (Cahit beye) Daha bu sabah size demiştim ki, ikimiz baş başa kaldığımız zamanlar beni Cemal bey diye değil, Sinyor Makyavelli diye çağırınız. Böylesine soylu bir isimle hitap edilmek bana doyumsuz bir zevk veriyor... Umarım beni bu zevkten mahrum etmezsiniz, Cahit bey...
Cahit Bey: Etmem, Sinyor Nikolo Makyavelli!
Cemal Bey: Nikolo’ya gerek yok, canım; sadece Sinyor Makyavelli demeniz yeterli! Anladınız değil mi?
Cahit Bey: İtiraf etmem gerekirse sizi hiç anlamıyorum! İnsanlar Makyavelli’yi günahları kadar sevmezler... Neden böylesine kirli bir isimle çağrılmak istiyorsunuz?
Cemal Bey: “Kirli” değil, “Kirletilmiş” bir isim!... İnsanlar Makyavelli’den hoşlanmazlar, çünkü o bir ayna görevi yapmıştır: İnsana, insanın şebek yüzünü göstermiştir! Makyavelli, insanoğlunun gerçek ruhunu kusursuz bir ustalıkla resmetmiş dâhi bir ressamdır; insan ruhunun üzerindeki aldatıcı elbiseleri çıkarıp onu çırılçıplak sergilemiştir... İnsan egoisttir, kötüdür, nankördür, yalancıdır, entrikacıdır, içten pazarlıklıdır, soyguncudur, açgözlüdür, kıskançtır, ahlâksızdır... İnsan bir şeytandır; şeytanın ta kendisi insandır!...
Cahit Bey: Yeter lütfen, yeter! İçim bunaldı... Bu konuyu başka bir zaman tartışalım, Sinyor Makyavelli... Sorumu geri alıyorum!...
Cemal Bey: Hay, hay, Cahit bey; tartışma zamanını ve soruları siz seçin, ben her zaman düelloya hazırım... Şimdi gelelim bugünkü ikinci konuşmama; hani şu şey köyünde yapacağım konuşmaya... Şey köyü canım.... Şu gideceğimiz dandik köyün ismi neydi sahi? Baykuşlar köyü müydü?
Cahit Bey: (Kendi kendine) Bununki bellek değil “Kevgir” mübarek; içine ne girse akıp gidiyor! (Cemal beye) “Baykuşlar köyü" bu sabahki köydü; şimdi gideceğimiz köy "Mezarcılar köyü," Sinyor Makyavelli. Size bir de kötü haberim var: Arabayı burada bırakıp yolun bundan sonraki bölümünü yürümemiz gerekecek...
Cemal Bey: Ne dediniz?
Cahit Bey: Endişelenmenize hiç gerek yok; taş çatlasa yarım saatlik bir yol; taş da pek öyle kolay çatlayan bir madde değildir zaten!... Belki yolda sırtı boş iki eşeğe de rastlarız; hemen onları altımıza alırız... Gerçi Mezarcılar köyüne eşek sırtında girmek de hiç heybetli bir görünüş vermez bize...
Cemal Bey: Elbette vermez! Büyük bir taktik hata olur. Uyuz bir eşek sırtında, Don Kişot’un Sanço Panza’sı gibi çok komik bir görünüş arz etmiş oluruz bizi henüz tanımamış insanlara!...
Cahit Bey: O halde?
Cemal Bey: Yürümekten başka çare yok şu uğursuz isimli köye! Sabahki köyün ismi de uğursuzdu... Şu ürkünç isimlere bakınız, aziz dostum: Baykuşlar, Mezarcılar! Tanrı aşkına, daha iç açıcı adlar bulamazlar mı bu kasvetli adamlar? Yürümek de ne kadar banal!... Seçim konuşmamın esası neye dayanmalı, sevgili sekreterim? Bu köyün neye ihtiyacı varmış öğrenebildiniz mi?
Cahit Bey: Evet, biraz araştırma yaparak öğrendim. Köyün ihtiyacı...
Cemal Bey: Kazma küreğe ihtiyaçları vardır herhalde, mezarcı olduklarına göre! (Güler.)
Cahit Bey: Sinyor Cemal bey, ay pardon, Sinyor Makyavelli! Mezarcılar köyünü ciddiye almanız gerekiyor! Köyün muhtarı çevre köylerde de tanınıyor ve saygı duyuluyormuş; üstelik muhtar az çok okumuş biri sayılır, lise mezunu yani...
Cemal Bey: O halde ikna oklarımızın hedefi, muhtarın omzu üzerinde bal kabağı gibi duran beyni olmalı; gerçi bal kabağı kadar iri olsaydı beyni, bir muhtar değil bir Einstein olurdu!... Bal kabağı değil de erik diyelim, daha doğru olur böylesi...
Cahit Bey: Sinyor Makyavelli bey, Giyom Tel’ciliği bırakalım şimdi, ciddi olalım lütfen!... Yerel gazetelerden öğrendiğim kadarıyla, köylülerin bir okula ve bir de morga ihtiyaçları varmış...
Cemal Bey: Okulsuz bir köy daha mı? Bu nasıl bir geriliktir böyle, azizim?
Cahit Bey: Yüz kızartıcı ve “Yuh!” dedirtici bir gerilik!...
Cemal Bey: Batı uzay çağında, bizse Cilâlıtaş Devri’ndeyiz hâlâ! Neden? Çünkü zaman zaman bu ülkenin yaldızlı koltuklarında, düşünceleri Megalosaurus’lar ve Tyrannosaurus’lar, yani müzelerin koleksiyonlarına katmak için can attıkları dinozorlar zamanından kalma insanlar oturdular!... Her neyse, okul isteklerini normal karşılıyorum; çünkü bu artık klâsikleşmiş ve kronikleşmiş bir köylü isteğidir! Fakat bu morg da nereden çıktı, kuzum? Köylüler de mi kentsoylulaşıyorlar yoksa? İhtiyaçları olmayan nesneleri lâf olsun diye alma hevesleri onlarda da mı başladı?
Cahit Bey: Sinyor Makyavelli, onlar bir işi moda diye ya da lâf olsun diye değil ihtiyaç duydukları için yaparlar. Köylüler, yine o bizim bildiğimiz tutumlu, sade yaşayışlı köylülerdir... Morga gelince: Köylülerin değişik şehirlerde çok sayıda akrabaları varmış; yaz günü bir ölen olunca, akrabalar köye varıncaya kadar ölüyü morgda bekletmek istiyorlarmış. Mantıklı bir istem bence...
Cemal Bey: Peki morg niyetine kullanabilecekleri serin bir mağara da mı yokmuş bu dağlık arazide?
Cahit Bey: Eminim vardır, fakat hiç kimse ölüsünü yarasaların inine terk etmek istemez, ölüye saygısızlık olur bu!...
Cemal Bey: Pekâlâ, azizim; konuşmamın silueti belli oldu demektir: “Çocuklara bir okul, dedelere de bir morg” sloganıyla köy halkını beş dakikada fethederim; bu iki cazip vaat, Mezarcılar kalesinin kapısını rahatça açar.
Cahit Bey: Korkarım ki bu vaatler yetmeyecek, Makyavelli bey!...
Cemal Bey: “Bey” değil “Sinyor,” “Sinyor!”
Cahit Bey: Evet, evet, Sinyor!...
Cemal Bey: Kuzum, siz bu işi beceremeyeceksiniz, en iyisi bana Cemal bey deyin!... Makyavelli'nin yanında Cemal ismi dandik bir isim elbette, ama ne yapalım insanın anası babası isim koyarken çocuğa hiç hak tanımaz!...
Cahit Bey: Haklısınız, Cemal bey.
Cemal Bey: Ne diyordunuz az önce? Başka istekleri de mi varmış bu açgözlü köylülerin? Bunları iyi tanırım ben, pisboğaz domuzlar gibi doymak bilmezler; hamile kadınlar ve şımarık çocuklar gibi gördükleri her şeyi isterler!...
Cahit Bey: Köylülerin istekleri bu kadar sanırım; fakat kaleyi sizden önce fetheden olmuş; şimdi onun bayrağı dalgalanıyor surlarda!...
Cemal Bey: Cahit bey, niçin beni daha önce uyarmadınız? Kimmiş bu hızlı fetihçi? Bizim köylüler ne de çabuk teslim etmişler kaleyi! Biz gelene kadar dayansalardı bari! Fakat bu kadar kolay yıkılan bir kale de yeniden kolayca ele geçirilebilir bence... Çabuk elde edilen kadınların, çabucak da elden uçup gitmeleri gibi; dün bir kucakta, bugün başkasında... (Kendi kendine) Lezzetli ördeğimi başka bir avcı vurmuş olsa da, ne yapıp edip etini ben yiyeceğim en sonunda!...
Cahit Bey: Öğrendiğim kadarıyla, geçen hafta köye gelen rakibiniz Sabahattin bey, iki katlı bir okul binası ve iki raflı bir morg için pek sıkı bir vaatte bulunmuş; köylüler de ikna olmakta zorluk çıkarmamışlar ona.
Cemal Bey: O zaman ben de dört katlı bir okul ve dört raflı bir morg için vaatte bulunurum. Sabahattin beyin ikna gücünü ikiye katlamış olurum böylece!...
Cahit Bey: Kaynaklar, Cemal bey, kaynaklar! Devletin kaynakları gökteki yıldızlar gibi sonsuz değil; politikacılar da sihirbaz değiller; bunları artık tımarhanelik deliler ve kundaktaki bebekler bile biliyor. Çok şey vaat ederseniz, köylüler bundan şüphelenir. Vaatleriniz ne az ne de çok olmalı; az olursa kimse hoşnut kalmaz, çok olursa da kimse sizi ciddiye almaz ve arkanızdan ad takarlar size, hokkabazın ve atıcının tekiymiş diye!...
Cemal Bey: Neyse, önemli değil; kendimi bugün çok formda hissediyorum. (Yumruğunu sıkar.) Romalı Çiçero bile karşıma çıksa, ezip geçerim onu da ikna düellosunda! Köye varınca aklıma özgün bir şeyler gelir muhakkak. Hemen şu “Şey” köyüne varalım... Makberciler köyümüydü? Yoksa... Kabirciler köyümüydü? Neydi bu lânet olası lânet köy?
Cahit Bey: Mezarcılar köyü! İsterseniz bir yere not düşeyim; unutunca bakarsınız, bakınca unutmazsınız...
Cemal Bey: Makber, kabir, mezar!.. Hepsi bir zaten! (Eliyle gözüne siper yapar.) Uzaktan pek kasvetli görünüyor bu lânet köy; uzaktan bile çirkin görünen bir yer, yakınına gelince kim bilir ne feci görünür; sineğe mercekle bakmak gibi bir şey olur!... Ta oraya kadar nasıl yürüyeceğiz bu ay yüzeyi gibi çukurlu yolda şimdi? Seçilmek uğruna katlandığımız bu çileli yürüyüşler tarih kitaplarına yansımıyor ne yazık ki!...
Cahit Bey: (Kendi kendine) Duyan da kendisine engizisyon işkenceleri yapılıyor sanacak! Bir arabakolik de bir alkolik gibidir; ondan uzaklaşınca sinirleri gerilir; ayakları yerden kesilince yine düzelir...
Cemal Bey: Ah, bağımsız aday olacağıma sağlam bir partiye yamanmış olsaydım bütün bunlar başıma gelmezdi; parti lideri, Tanrı’nın peygamberleri ataması gibi, listenin başköşesine oturturdu beni; ve yer aldığım için o kutsal listede, seçilmeyi seçimden önce garantilemenin zevkini yaşardım lüks lokantaların çalgılı çengili gecelerinde!... Haydi, şu sevimsiz köye çabuk gidip çabuk dönelim. Ömrümüzün ne kadar az bir zamanı burada geçerse o kadar hayırlı olur bizim için. Üstat Dante gibi dolaşalım cehennemde; akşama nasıl olsa “Şehir” denilen cennete döneceğiz yine...
Cahit Bey: Köy dediğimiz cehennem ve şehir de cennetse eğer, burası da Araf oluyor herhalde!...
Cemal Bey: Bu çorak arazi de cehenneme dahil, aziz dostum! Cennetle cehennem arasındaki yer, olsa olsa şehrin banliyösüdür!... Haydi gidelim!... (Çıkarlar.)
SAHNE II.
Sade bir köy kahvehanesi. Cemal Bey
ayaktadır ve elleri arkasındadır; köylüler
kahvehaneyi hıncahınç doldurmuşlardır.
Cemal Bey: Beyler, bizi dinlemek için tarlanızı, işinizi gücünüzü bırakıp buraya kadar zahmet ettiniz; öncelikle bunun için size teşekkür ediyorum...
Muhtar: Estağfurullah, efendim! Biz köyümüze ilgi gösterilmesinden her zaman memnun olmuşuzdur. Geçen hafta bir başka adayımız da buradaydı...
Cemal Bey: Oldukça uzun bir konuşma yapmış diye duydum...
Muhtar: Nasıl söylesem bilmem ki, Sabahattin bey konuşmayı pek seven biri; şu yanınızda duran taburenin üzerine çıkıp yorgun düşünceye kadar konuşmuştu... (Güler.)
Cemal Bey: Fakat beyler, bu tabure sizin tabureniz değil mi?
Osman: Bu tabure bana aittir, Cemal bey. (Herkes güler.)
Cemal Bey: (Zoraki güler.) Adın nedir senin, sevgili arkadaşım?
Osman: Osman! Kahvehaneci Osman!...
Cemal Bey: Şimdi, Osmancığım, benim söylemek istediğim şuydu: Bu tabure politikacının değil köy halkının kürsüsü olmalıdır. O yüzden bu plâtformu size bırakmak niyetindeyim. Sevgili muhtar, lütfen gelin buraya ve köyünüzün neye ihtiyacı varsa söyleyin. Ben buraya tumturaklı nutuklar çekmeye değil, sorunlarınızı dinlemeye geldim... Bir Lâtin deyimi şöyle der: Vox populi, vox Dei!...
Muhtar: Ha?
Cemal Bey: Yani halkın sesi Tanrının sesidir; ve ben burada sizin sesinizi duymak istiyorum... (Şaşkın bakışlar ve alkışlar arasında kalabalığın içinde bir yere oturur ve cebinden bir kağıt kalem çıkarır. Köyün muhtarı gururla ayağa kalkar.)
Muhtar: Muhterem Cemal bey, konuşma hakkını bize vermeniz, âlicenaplığınızın ve mütevazılığınızın en açık ifadesidir...
Cemal Bey: Sayın muhtar, sizin olanı size vermişim, övgüye ne gerek var! Benden öncekilerin yaptıkları hataları düzeltmek bana nasip oldu; bundan da büyük bir mutluluk duyuyorum. Zaten insanlar ikiye ayrılırlar: Bozanlar ve tamir edenler. Ben ikinci gruptan olmaya çok özen gösteriyorum...
Muhtar: Değerli vaktinizden çalmamak için lâfımı kısa keserek hemen sadede geliyorum.
Cemal Bey: (Kendi kendine) Hemen sadede gel de, buradan bir an evvel kurtulup saadete ereyim ben de!...
Muhtar: Sizin de dikkatinizi çekmiştir belki, köyümüzün yüz metre kadar uzağında tahtadan bir baraka var. Burasını okul olarak kullanmaya çalıştık; fakat bir okul olamayacak kadar berbat, çürümüş bir yer; her yeri dökülüyor; akşamları pencerelerden baykuşlar, kuzgunlar içeri üşüşüyorlar... Zaten daha önceden burası bir ahırdı; Hatice öğretmen ahıra estetik ameliyat yapacağım dedi, ama o da işin imkansızlığını anladı!...
Cemal Bey: (Kendi kendine) Bizimki lâf hamurunu dil oklavasıyla açmaya başladı; her lâfını ütüleyip yufka yaparsa bütün gün buradayız demektir!...
Muhtar: Uzun lâfın kısası, betondan yapılmış, sağlıklı, güzel bir okula ihtiyacımız var, Cemal bey. Bir de morga ihtiyacımız vardı, fakat acil olduğu için, o işi kendi aramızda hallettik.
Cemal Bey: (Kendi kendine) Kış aylarında ölmeye karar verdiler herhalde; ya da ölümsüzlüğün sırrını buldular!...
Muhtar: Topladığımız paralarla, içine bir öküz bile sığabilecek büyüklükte eski bir soğutucu aldık vilâyetteki kasaptan ve o tahta barakaya yerleştirdik...
Cemal Bey: Hayırlı, uğurlu olsun. Güle güle kullanın... (Duraksar; yanlış anlaşıldığını sanır. Güler.) Şey yani, umarım herkes sağlıklı olur da içine öküz bile sığacak kadar büyük olan morgunuz da hep boş kalır demek istedim. Maşallah, hepiniz dinçsiniz zaten.
Muhtar: Şimdi dinç olsak da, Cemal bey, elbet bir gün aydınlık sulardan çapamızı toplayıp kürekleri çekeceğiz karanlık sulara; bir gün ben de bu morgda yerimi alacağım!...
Cahit bey: (Kendi kendine) Muhtar değil felsefe profesörü mübarek!...
Muhtar: Bizim asıl sorunumuz, mezarlığımızla ilgili...
Cemal Bey: (Kendi kendine) Asıl sorunları mezarlıkmış! Sizin asıl sorununuz burada, bu çağdışı, bu sefil, bu rezil köyde doğmuş olmak!... Mezarlıkta ne sorun olabilir ki? Yer darsa eğer, ölüleri üst üste gömersiniz olur biter; belki aralarında sohbet de ederler, ranza komşuları gibi!... (Muhtara) Mezarlığınızdaki sorun nedir, sevgili muhtar?
Muhtar: Kemik sızlatıcı bir sorun, Cemal bey! Bu tarihî mezarlıkta dedelerimiz gömülüdür. Ama öyle üzücü bir haber aldık ki, kolumuz kanadımız kırıldı. Mezarlığımızın tam ortasından demiryolu geçirteceklermiş. Dedemim dedesi hayatında tren bile görmemişken, şimdi üzerinden tren geçecek; belki de üzerine istasyon inşa edilecek! Ne acı değil mi?
Cahit Bey: (Kendi kendine) Diriye saygı kalmamış ki bu ülkede, ölüye olsun! Önce toprağın üstündekileri kurtaralım, alttakilere sonra sıra gelir...
Cemal Bey: (Kendi kendine) Atomlarına ayrılmış bir ölünün üzerinden Karayolları’nın bütün silindirleri, Hindistan’ın bütün filleri konvoy halinde geçseler ne yazar! Orada ölü mölü yok ki zaten; sadece başıboş dolaşan atomlar var... (Muhtara) O köhne trenleri geçirteceklermiş demek ki!... Uygarlık denilen karga, şimdi kalkmış kendisini besleyip büyüten insanların gözünü oymakta, milletin efendisinin üzerinden demir yığınlarını geçirtmeye çalışmakta!... Böyle bir nankörlüğe asla izin veremeyiz!...
Osman: Vermeyin, Cemal bey; vermeyin de dedelerimiz huzur içinde yatsınlar orada!
Cemal Bey: Derin hatıralara konu olan mezarların üzerinden bırakın treni uçak bile geçmemeli. O ustalıkla işlenmiş mezar taşları, o zarif serviler, o toprakla bütünleşmiş aziz kemikler dedelerimizden bize kalan yadigârlardır... İnanınız sizin dedeniz benim de dedem sayılır. (Kendi kendine) Charles Darwin’in yalancısıyım ben!...
Muhtar: Biz de sizin dedelerinize hürmet ederiz, Cemal bey.
Cemal Bey: (Kendi kendine) Kıllı maymunlara hürmet ettiğini bir bilsen küçük dilini yutardın herhalde! (Muhtara) Okul ve mezarlıktan başka bir sorununuz var mı, sevgili muhtar?
Muhtar: Cemal bey, eğer bu iki konuyu çözebilirseniz köyümüz düze çıkar!
Cemal Bey: O halde köyünüz düze çıktı demektir! Sizlere şerefim üzerine söz veriyorum ki, bu haklı istekleriniz yerine getirilecektir... Lütfen hepiniz gelin buraya, sevgili dostlar; yazın adlarınızı, soy adlarınızı ve hep birlikte imzalayalım bu kağıdı. Bu, sizinle benim aramda yapılmış bir sözleşme olacaktır. Bu sözleşmeye sadık kalacağıma ve bu köyün sorunlarına kendi sorunlarımmış gibi sahip çıkacağıma huzurlarınızda yemin ediyorum.
Cahit Bey: (Kendi kendine) Bir karga, hortumu üzerine yemin ediyor; bir filin gagası üzerine yemin etmesi gibi bir şey bu da!... (Muhtar ve beraberindekiler, etkilenmiş bir halde ve büyük bir umutla kağıdı imzalarlar.)
Muhtar: Sağ olun, Cemal bey. Madem siz bize yürekten sahip çıktınız, biz de bu seçimde size sahip çıkacağız. Bundan böyle bizim adayımız sizsiniz.
Cemal Bey: Teşekkür ederim! Bu cömert desteğiniz beni çok sevindirdi. (Kendi kendine) Sabahattin beyin bayrağı sadece bir hafta dalgalanabildi bu çürük surlarda; Mezarcılar kalesi düştü!... İnsan avlamak keklik avlamaktan daha kolaymış; demek ki keklik insandan daha zeki ve daha değerli bir yaratıkmış!... İşim bittiğine göre hemen gitmeli buradan. (Ayağa kalkar. Muhtara) Beyler, maalesef artık ayrılma zamanımız geldi. Ziyaret etmemiz gereken bir köy daha var çünkü. Hepiniz sağlıcakla kalınız...
Muhtar: Traktörü hazırlayın çabuk; misafirlerimizi çeşme başına kadar geçirelim, yürüyüp yorulmasınlar!...
Cemal Bey: Hiç zahmet etmeyin ne olur! Biraz yürümek, tabiatın mis kokulu koynuna girmek, bana da sekreterime de çok iyi gelecektir. Tabiat öylesine güzel bir kadındır ki, kendisine ilgi gösterenlere doyumsuz anlar yaşatır...
Cahit Bey: (Kendi kendine) Bu yürüme aşkı da nereden çıktı böyle? Bir “Yürüme düşmanından” beklenmeyecek lâflar bunlar!...
Cemal Bey: (Kendi kendine) Daha fazla çekemem bu ilkel adamları! Bunlarla o daracık traktör römorkunda omuz omuza, kol kola, hoplaya zıplaya gitmektense cehennemim dibine kadar yürürüm daha iyi. Sevmiyorum işte bu Homo Erectus’ları, zorla mı? Sevmiyorum! Sevemiyorum!... (Köylülere) İstekleriniz hep aklımda, eşsiz dostluğunuz da daima yüreğimde olacak. Uğurlar olsun herkese; uğurlar olsun bu pek sevimli köye.
Muhtar: Uğurlar olsun, Cemal bey. (Kendi kendine) İşte gerçek bir halk adamı, gerçek bir hatip, gerçek bir konuşma ustası; çıkar nedir bilmeyen dürüst bir vatan evladı!... Böylesine mert, böylesine değerli insanlara oylarımız helâlühoş olsun; böyle candan insanları doğuran analar da mübarek kadınlardır doğrusu; onlara da selâm olsun!.. (Çıkarlar.)